18 Ocak 2011 Salı

Amélie Poulain'e Açık Mektup

     Hey Amélie! Benimde seninkiler gibi takıntısal zevklerim var. Ben de iğneyi parmaklarımın kenarındaki ölü ve kalın deriye sokup oynamayı çok seviyorum mesela.
     O kadar haz alıyorum ve hoşuma gidiyor ki inan tarifi çok zor. Şuan bir yandan oynarken bir yandan da bu yazıyı yazmak çok zor oluyor benim için, o derece. Ayağımın altındaki deri yazın kuruduğunda itina ile yolmam yine tarif edilemez bir mesai benim için. Sonrasında küçük bir pişmanlık çok ileri gitmediğim sürece olmuyor tabi. Lakin insan kendinden geçiyor bazen. Durduramıyor kendisini, içi içine sığmıyor adeta; bıkmadan, usanmadan devam ediyor. Ve dudaklarım... Onlar yaz kış demeden haftada bir iki defa düzenli olarak yolduruyorlar kendilerini bana. Kuruduğunu farkettiğim ve yolunma zamanının geldiğini anladığım anda hipnoz oluyorum sanki. Mistik bir güç büyülüyor o an beni sanki. Baktığım şeye büyülenmiş bir şekilde bakmaya devam ederken, şahsıma yöneltilen sorulara ara sıra ağzımın kenarından akan salyaları "hhilik!" diye çekerek cevap vermeye çalışıyorum. Beynim de o an düşünme yetisinin yarısını kullandığı için bunda da çok zorlanıyorum. O an karşımdaki insan olmak istemezdim şahsen.
     Ben mi kendimden korkmalıyım yoksa insanlar mı benim adıma endişelenmeli bilemedim. Velhasılkelam ben bütün samimiyetimle buradayım Amélie! Peki ya sen neredesin?...

2 Aralık 2010 Perşembe

uyanış



        İnsan… Her geçen gün yeni bir çeşit çıkıyor karşına, her geçen gün yeni bir fırsat oluyor senin için adeta. Kendisine verilen akılı kullanmamakta diretenlerin yanı sıra, elinde olmayan çevresel etmenlerden dolayı evrlilenler var tabi bir de. Her birey bir işadamının çocuğu olarak gelmiyor dünyaya ya da televizyon diye adlandırdığımız teknolojik uyuşturucunun farklı ürünleri olarak. Yanlış olan sistem en basitini bile uyandırıyor aslında bazen, yakın zamanda özellikle günümüz gençlerinde görmekte olduğumuz hayatın anlamını çözmüş tavırlarda buradan  gelmekte ziyadesiyle. İnsan doğduğunda tıpkı yoğrulmaya hazır bir hamur gibidir. Gün geçtikçe onu şekillendirirsin. Devlet babası ona hangi kitapları hangi yazarları okuması gerektiğini söyler; hangi filmleri seyredip, neyin ayıp olup olmadığını, neyin iyi neyin kötü olduğunu anlatır ona. Düşsel anlamda kafamızda oluşan iyiler onun için her zaman iyi değildir. Çünkü eğer düzeni bozmaya kalkarsan dikkat çekersin, kuralları çiğneyemezsin, aksi taktirde birilerinin uyanmasına sebep olabilirsin. O sana neye inanman gerektiğini de söyler, neye tapman gerektiğini neleri önemseyip nelerden nefret etmen gerektiğini aşılar  senin beynine. Çünkü birilerinin daha fazla yiyebilmesi için birilerinin köleliğe, açlığa devam etmesi gerekmektedir. Bu sayede aslında iradesi zayıflayan insan, açlık duygusunu “o yapıyorsa ben neden yapmayayım” düşüncesi ile sistemin devam etmesini sağlamaktadır. Çoğu zaman tüm bunları devletin yapmasına gerek kalmaz aslında. 
         Aile… Ülkenin özgür bireyden sonra gelen en küçük yapı taşı. Borçlar vererek, onu besleyerek, barınma ihtiyacını karşılayarak, bir şekilde kendisine bağımlı hale getirilen bu çekirdek kurum, programlanan ve teknolojik bir biçimde düzenli  olarak uyuşturulan beyinleri ile hamurlarını şekillendirirler. Kimileri o kadar aciz yaratıklar haline gelmiştir ki bazılarımız, tüm oynanan oyunları görse bile buna gönülden inanmıştır bir kere. Yapılan yanlış onun mertebesinde bir ibadettir artık. Anlamsızlaşan hayatlarında yitirdiği anlamların kargaşasını yaşayan bireyler ise önce psikolojik olarak rahatlatılır daha sonra anti depresanlar ile kimyasal olarak uyuşturulur. Aslında yürütmesi hiç de zor olmayan bir sistem gibi gözüküyor.  Şimdi bizim için önemli olan şey ise, yanlış olan tümevarımı yapmamaktır. Bırakalım evrilelim, her şey düşeceği yere düşsün demek bu noktada yanlıştır. Çünkü her birey farklı bir dünyadır. Bize göre üretilen her hamur lezzetli olmayı hak etmektedir.

15 Kasım 2010 Pazartesi

terk ediliş

Odamdaki sineği bir silah alıp kurşunlamak istiyorum. Dışarıda yağmur yağıyor, kurumuş gönlümü yeniden ıslatıyor. Hunharca katledilmiş bir kalbin küllerinin yeniden doğuşu için bir dua sanki içimdeki. “Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim incinirsin yine de sen bilirsin, sana gitme demeyeceğim ama gitme lavinya…”
Masmavi okyanuslar üzerinde uçmak mı ruhunu daha özgür hissettirir yoksa bulutsuz bir gökyüzünde bir kuğu gibi süzülebilmek mi? Rüyalarındaki kadar gerçek olursa hissedebilir misin ruhunun nefes alışını? Bir kar tanesinin toprağa olan aşkından erimesi kadar romantik olmayan bu anlar ziyadesiyle insanı düşünmeye sevk ediyor. Yalnızlık çoğu zaman iyidir; kafanı karıştıracak başkaları olmaz etrafta, rahat düşünürsün. Ama şarkıda da dediği gibi “asla yalnız yürümeyeceksin”.
Bir yerlerde sesini duyurduğunda yanına gelebilecek insanlar olmalı hayatında. Paylaşımda bulunmak iyidir çoğu zaman. Anlatırsın içini dökersin. Aksi halde içinde birikenler seni bitirmeye başlar bir süre sonra. Elbette aradaki sınırları korumak adına ne kadar açık sözlü olacağına da kendin karar verirsin.
Ben de bazen üstümde röp de şambırımla elimde viskim ağzımda promla evimin balkonundan hayatı seyretmek ve seyrettirmek istiyorum öz benliğimi. Nietzsche gibi her baş ağrımın hayatımda bir yeniliğe gebe olmasını isterdim. Belki o zaman acıya biraz daha alışabilirdim. Onu sevebilirdim.
Hayatın senin üzerine ne kadar geldiğini merak ediyorsan her şeyi oluruna bırakmalısın sessizce; bakalım yalnız kalabiliyor musun… Yağmur damlalarının her birinin sesi ruhumu serinletiyor adeta…

Ders 1

Hayat dengeler oyunu... Mevzu bahis ne olursa olsun dengeyi kurabilen mutlu oluyor. İnsanların hal ve hareketleri de bu dengenin birer parçası; etkiye tepki prensibi. Fizik de kimya da matematik te bu hayatın sırrını gözümüze güzümüze sokuyor aslında her seferinde bu çözümü, her defasında hayatın her bir köşesinde görebileceğimiz bir yanıt bu aslında, sıkıldığımız bunaldığımız zamanlarda, çaresiz ve muhtaç kaldığımız zamanlarda görebilmemiz için her yerde... Lakin insanlar kör, insanlar sağır, insanlar aptal, ya da beyinleri uyuşmuş... Düşünemiyorlar, düşünmek istemiyorlar... Dış mihraplar tarafından ya da doğrudan kişinin kendi elleriyle uyuşmuş. Farkında olmadan farkındalık kazanmış olan insancıklar çoğalıyor...
Zorlaşan hayat şartları sebebi ile herkez yazar, şair ya da psikolokluğa doğru gidiyor; herkeste bir hayatın anlamını çözme çabası... Anlamsızlaşan anlamlar, kavram kargaşaları, farkında olmadan herkes kendi "büyük buhran"ını yaşıyor. Özel hayatını deşifre ederek farkındalık kazanmaya çalışıyor. Bütün bu olanlar beni gerçekten çok duygulandırıyor, tıpkı ne zaman haber seyretsem midemin bulanması gibi; tüm o insanların sorunsuz hayatlarını sorunlu görerek bunalıma girmesi kadar iğrenç... Yine de hayat güzel; yaşamak, hissetmek güzel...
Her duyguyu, her anı yaşamak... Tabi en önemlisi bu anları paylaşmak... İşte anlamsız hayatlarınızı bir nebze de olsa değerli kılacak olan şey de bu.

12 Eylül

İnsanoğlu aptal… ne kadar anlatsan da anlamıyor kimisi, anlamamakta direniyor resmen. Hak eden kazanıyor elbet her zaman; kimi zaman aptallar ya da zekilerin yaptığı aptallıklar sayesinde olsa da…

Duygusal olan insan ağlar bu duruma, sinirli olansa küfreder. Bense alkol ve tütünle kendime zarar vererek başka acılarla dindirdim bünyemin tepkilerini.

Kaybetmek… Çoğu zaman acı verici. Ancak kaybedeceğini bilerek savaşa girmek daha da acıymış maalesef…

Sevmiyorum ben üzülmeyi, acıları, melankolikliği! Mutluluğu seviyorum ben, doyasıya eğlenmeyi, coşarak sevinmeyi, sevinç gözyaşlarını seviyorum ben…

Sevgiden kaynaklı her güzel duyguyu seviyorum. Yeşil çayırlarda koşan çocuklar kadar saf ve temiz bir dünya hayal ediyorum.

Kime göre neye göre ne kadar ütopik olması umurumda değil dostlar; sadece istiyorum işte…

Sanki bu gün hayatımın son günü, sanki sevdiğim değer verdiğim her şeyi kaybediyorum bugün! Daha önce bu denli hissetmemişim sanki dünyanın acı veren yüzünü ensemde.

Midye işinin Mardin mafyasının elinde olmasına dahi üzülmemişim bu gece; selam vermişim son kez “hayırlı işler Mardinli” diyerek…

akmak isteyen nehirleri durduruyorlar içimde. Kanım çekiliyor ama ben sessiz kalıyorum sadece.

Yapabileceğim hiçbir şey yokmuşçasına. İsyanlar yetersiz, kavgalarımız yetersiz, oylarımız, çabalarımız yetersiz, bir hiçiz sadece.

İki ihtimal var çünkü bu dünya da; ya öyle oluyor ya da böyle işte!..

Terk etmek istiyorum bu diyarları; hiç üzülmeyeceğim

hep mutlu olacağım bir yer bulmak istiyorum

hüznün ziyaret etmediği…